Aşk ilginç bir şey. Ansızın sızıverir hayatımıza. Duygularımıza dokunur, içimizi ısıtır, bizden bir parça oluverir. Bir değişik hallere de sokar bizi; coşku verir, kışkırtır, sekerek yürütür, sokaktaki kediye “günaydın” dedirtir. En önemlisi de verdiği dizginlenemez sahip olma hissidir. Zaten bu “benim olmalı” duygusu değil midir, dünyadaki koşuşturmanın temeli?
Aşk nasıl başlar? Eskiden bir bakış yetermiş, o bakış için yıllarca beklenir; uğruna kitaplar, şiirler yazılırmış. Şimdilerde biraz daha çaba gerektiriyor. Karşılıklı kendini beğendirme uğraşları, ruh ikizliği benzetmeleri, “tam sana göreyim” mesajları bakışların yerini almış durumda. Alacak elbette. Dünya küçüldü, her şeyde olduğu gibi, aşkta da seçenek sayısı arttı.
“Aşkla reklam ne alaka?” demeyin, yakın akrabalar. Artık, ‘insan aşkı’ yaşadığımız kadar ‘ürün aşkı’ da yaşıyoruz. Reklam artık eskinin çığırtkan delikanlısı değil. Tam tersine hedef kitleye göz kırpan, cilve yapan, “tam sana göreyim” diyen bir güzel kadın veya bir yakışıklı erkek. Duyguları kışkırtan, “senin olmalıyım, satın al beni” diyen oku bol bir eros.
Hissettirdikleri de aşkla tıpatıp aynı.
Heyecan. Daha alışveriş yapma fikriyle heyecana kapılan, beğendiği bir ürüne dokunup onu okşayan insan sayısını düşünün…
Kıskançlık. Başkasında gördüğü bir cep telefonunu kıskanıp aynından alan insan sayısını…
Mideyi unutmayalım. Biliyorsunuz aşk mideden geçermiş. Akşam televizyonda sucuklu yumurta reklamını seyredip, ertesi gün markette alışveriş yaparken o marka sucuğu sepetine aşkla atan insan sayısı?
Ve elbette sahip olma isteği… Aşkın da reklamın da en sevdiği ortak duygu.
Çağımız bilgi çağı olarak anılsa da duygularımız özellikle son yıllarda doludizgin. İnsan ilişkilerinde başarı sadece akla değil, duyulara dokunmaktan geçiyor artık. Reklam yaparken eğlendirmek, düşündürmek, ağlatmak, güldürmek, kısaca ‘aşk bağı’ kurmak gerekiyor.
Aşk yeter mi?
Yetmez. Bağı kurduk; reklamını yaptığımız ürünle hedef kitlemiz arasındaki aşk tüm aleviyle başladı diyelim. Bu beraberliği aşkın kısacık ömrüyle mi kısıtlayacağız? Bir gün gelip aramıza başka bir markanın girmesine izin mi vereceğiz?
Vermemek için çabalamak gerek. Reklamın gelip geçici sevdası, halkla ilişkilerin sevgi ve saygıya dayalı “iyi günde ve kötü günde” beraberliğine dönüştürülmeli. Hedef kitlemizle daha kalıcı, daha uzun bir birlikteliğe doğru yol alınmalı. Ona evlilik teklif etmeli.
“Evet” cevabını hemen beklemeyin. Evlilik, hedef kitle için alınması zor bir karar. Sadece aşk yetmez ona evlenmek için. Güven, saygı, sadakat gibi zor oluşan, zaman isteyen, ispat gerektiren özellikleriniz olmalı ki teklifinizi kabul etsin. Yoksa, bizim kızı isteyen doktor çok.
Halkla İlişkilerde, reklam gibi tutuşuveren bir alev değil, sönmeyecek bir ateş yakmak lazım hedef kitlenin yüreğinde. Onun toplumsal yaralarını saracak projeler üretmek, mutluluklarını paylaşacak anlar yaratmak, hayatının içinde yer almak lazım. Ona ve yaşadığı çevreye saygı duymak, memnun etmek, kendini emin ellerde hissettirmek lazım.
Reklam ile halkla ilişkiler arasındaki fark, “senden hoşlanıyorum” ile “seni seviyorum” arasındaki farkla eşdeğer. Reklam aşkla ürünü sattırır, halkla ilişkiler ise sevgi ve saygıyla kendine bağlar. Biri geçici duygusal bir bağ kurar, diğeri ömür boyu sürecek kurumsal bir bağ.
Öyleyse, hedef kitleyi aşkla bağlayıp, evlilik teklifine de “evet” dedirtenler kazanır!